Kilitlenmiş Duygular, Kayıp Benlikler

Kilitlenmiş Duygular, Kayıp Benlikler

Oliver Jeffers, sınırlı kelimeler ve yoğun çizimleriyle okuyucusunu derin konularla buluşturduğu hikayelerinden birinde1 zihni dünyanın bütün meraklarıyla dolu, capcanlı ve küçücük bir kızı anlatır.

Bu küçük kız aslında erken çocukluğunu yaşayan diğer tüm çocuklar gibidir; zamanının çoğunu yıldızları, denizleri, galaksileri, bulduğu ve keşfettiği yeni şeyleri merak ederek geçirir. Onlarla ilgili sınırsız hayalleri vardır. Ve olmazsa olmaz başı sonu belirsiz oyunları.. Tüm bu keşif ve meraklarını hep yanı başında olan ve ona zevkle eşlik eden babasıyla paylaşır. Sonuçta içinde yaşadığı gezegenle ilgili keşfettiği her yeni şey, o en sevdiği kişi tarafından meraklı gözlerle izlenirken çok daha anlamlıdır. Çocuklar için onlarla ve onların merak ettikleriyle ilgilenen bakışlar, sevginin belki de en somut halidir.

Bu küçük kız, kendi dünyasında heyecan ve keyifle yaşamaya devam eder.

Ta ki bir gün, hiç de beklenmeyen bir biçimde, babasının artık orada olmayacağı gün gelene kadar…

Küçük kız,
babasının boş kalmış sandalyesiyle
karşı karşıya kalır.

 

Bu yoğun ve karanlık duygularla ne yapacağını bilemeyen küçük kız, aslında o an hiç de fena duyulmayan bir yöntem geliştirir

ve

“Pek de emin olmadan, yapılacak en iyi şeyin kalbini güvenli bir yere kaldırmak olduğunu düşünür.

Sadece şimdilik.

Böylece kalbini bir şişeye koyar ve şişeyi boynuna asar.

Ve bu bir şeyleri düzeltiyor gibi gelir… ilk başta”

Jeffers, O: Heart and the Bottle

Ancak küçük kız zamanla fark eder ki, bu şişeye kalbini, yasını ve acı dolu duygularını kapattığını zannederken, aslında canlılığını, yaratıcılığını, meraklarını ve hatta sevme ve yakınlık kurma kapasitesini de kilitlemiştir. Yetişkinliğinde artık tüm bunlara çok uzaklaşmıştır. Bir diğer deyişle, belli duygularını ya da yasını canının yanmayacağı bir yere kaldırırken, ‘kendiliğinin’ de önemli bir kısmını kaybetmiştir. Zamanla, yavaş yavaş, kendine yabancılaşmıştır.

Jeffers, O: Heart and the Bottle

“Ancak, gerçekte, hiçbir şey aynı değildi.

Yıldızları unuttu… ve denizi fark etmeyi bıraktı.

Artık dünyanın tüm meraklarıyla dolu değildi ve hiçbir şeyi pek fark etmiyordu…”

Jeffers, O: Heart and the Bottle

Erken çocukluğun ayıklanıp itilmiş duygularından bazılarına Jeffers’in kayıp ve yas üzerine kurduğu bu hikayede rastlıyoruz. Fakat bu gömme ve uzaklaştırmalara yalnızca erken yaşta yaşadığımız kayıplar sebebiyle varmıyoruz. ‘Belli duyguları kendinden uzak tutma’ sanatını, çoğu zaman, sinir sistemimizin kendi kendini sakinleştirebilmeyi bilmediği ve bu becerinin henüz gelişmediği bebeklik ve erken çocukluk dönemlerinde içselleştiriyoruz. Üstelik sözel olarak hatırlayamadığımız dönemlerden kalan bu yoğun ve gömülü duyguların sonraki yaşamımızda – zaman zaman – geri dirilip alevleneceklerini ve nedenini tam anlayamadığımız ve adını koyamadığımız duygusal depreşmelere neden olacağını tahmin etmeden bu baş etmeye yöneliyoruz.

Belli duyguları kendimizden uzak tutma sanatını nasıl öğreniyoruz?

Bebekler, bağlanmak için biyolojik bir içgüdü ile dünyaya geliyorlar. Bu içgüdü, henüz kendilerine bakabilecekleri bir kapasiteye sahip olmadıklarından ve yetişkinin bakımına ihtiyaç duyduklarından hayatta kalmalarının da önemli bir parçası. Ebeveynleri ister sevgi dolu ve şefkatli ister mesafeli, duyarsız, reddedici veya istismarcı olsunlar, ihtiyaçlarının en azından bir kısmının karşılanabilmesi için kendilerine bir baş etme stili bulurlar2. Karşılanması gereken ihtiyaçlarından belki ilk sıradaki anne-babanın sevgisiyken, ilk vazgeçilen de çoğu zaman baş edilmesi zor, yoğun ve karmaşık kendi duyguları oluyor.

Alice Miller’ın kitabında3 yazdığı gibi, ‘‘küçük bir çocuk duygularını ancak yakınında onu bu dışa vurduğu duyguları ile kabul eden, anlayan ve ona kendi duygularıyla eşlik eden bir kimse bulunduğu zaman yaşayabilir. Yanında bu özellikte olan, ona böyle yaklaşan biri yoksa ve çocuk annesinin veya onu ikame eden kişinin sevgisini kaybedebileceği endişesini duyuyorsa, en doğal olan duygusal tepkilerini bile kendi ile bir başına ve gizlice içinden yaşayamaz; bunları bilincinden itip gömmek zorunda kalır. Ancak bütün bu duygular – itilip gömülmüş olsalar da – çocuğun bedeninde ‘bilgiler’ olarak depolanırlar’’. Yani bilinçten uzaklaştırılsalar da, izleri sinir sistemimizde ve bedenimizde kalır ve gelecekteki yaşantımızda belli tetikleyicilerle karşılaştığımızda tanımadığımız ve anlam da veremediğimiz duygusal karmaşalar şeklinde kendilerini göstermeye devam ederler [Ruh-beyin-beden ilişkisi hakkında daha derinleşmek isterseniz şu iki kitaba göz atabilirsiniz:

  1. Beden Kayıt Tutar, Bessel Van Der Kolk
  2. Vücudunuz Hayır Diyorsa, Gabor Mate

Bir çocuk hissettiği duygularını rahatlıkla, hatta umarsızca ortaya dökebileceği (yeri geldiğinde üzülebileceği, durdurulmadan ağlayabileceği, umutsuzluk ve ihtiyaç içinde olabileceği, tehdit altındayken korkabileceği, istekleri karşılanmadığında kızabileceği ve hatta isyan edebileceği, yanındaki kişi daha fazla ilgi aldığında kıskanabileceği) ve bunları kırılmadan, hiddetlenmeden ve çocuğu suçlu hissettirmeden taşıyabilen bir anne-baba ile büyüme şansına sahip olursa, büyürken bir yandan da sağlıklı bir ‘benlik-duygusu’ da oluşturabiliyor. Sağlıklı bir benlik-duygusuna, yani ‘‘gerçek kendiliği’’ne kavuşabilmiş kişiler, hissettikleri duyguların ve arzularının kendilerine ait olduğundan son derece eminlerdir. Bu kendinden emin olma hallerini sorgulamazlar, üzerinde düşünmezler. Böyle insanlar kendilerine duygularını gereğince yaşayabilme özgürlüğü tanırlar. Onları özgür kılan tarafı ise, bunu başkalarının nasıl etkileneceğinden endişe duymadan yapmalarıdır. Bu aynen nefes alıp vermek gibi doğal ve düşünmeden yaptıkları bir şeydir.

Annenin (ilk bakımveren kişinin) kendisinin ihtiyaç içinde olduğu ve bebeğine bu büyüme ve kendi olabilme şansını veremediği durumlarda bebekler daha yaşamın ilk döneminde annelerinin istedikleri gibi kişiler olmaya, kendi duygu ve ihtiyaçlarını gerilere atmaya, ağlamamaya, sızlanmamaya, öfkelenmemeye yönelirler. Gözleri hep yetişkinlerin üzerindedir. Onlar terbiyeli, anlayışlı, sorun çıkarmayan ve aslında çocukluğunu yitirmiş ‘‘yetişkin- çocuk’’lardır. Miller’in da dediği gibi, bunun kökeninde annenin sevgisinden mahrum kalma korkusu yatar. Bebek veya çocuk, annesinin istediği gibi, onu zorlamayan bir çocuk olursa, onun sevgisine de layık olabilecektir. Bu senaryoda çocuğun ‘-mış gibi bir kendilik’ ya da başka bir deyişle ‘sahte kendilik’ (false self) oluşturmak dışında bir seçeneği yoktur. Çocuk bulunduğu bu durumda yaşının gereği olan doğal ihtiyaçlarını benliği ile bütünleştiremez. Parça parça, kopuk kopuk bir benlik ve ruhsallıkla debelenmeler başlar. Yetişkinlikte depresyonda hissedilen o korkutucu ‘boşluk’ duygusunun da bununla ilişkili olduğunu düşünebiliriz.

Gerçek Kendilik ve Sahte Kendilikle ilgili hoş bir animasyonu şuradan izleyebilirsiniz:

Umut var!

Çocuklukta veya yetişkinlikte geçilen psikoterapi süreci kişinin gerçek benliğini arama, canlılığını yeniden kazanma ve duygu dünyasına geri dönme alanlarında yardımcı olabilir. Bu beklenildiği üzere hiç de kolay bir süreç değildir; uzundur ve zorlayıcıdır. En zorlayıcı kısmı o güne kadar sevgi ve onay almayı sağlamış ama gerçek benliği yansıtmayan yüce gönüllü ve anlayışlı olmanın, hiçbir şeye muhtaç olmamanın, elde edilmiş onca başarının, herkese sınırsız yardım etmenin, kendinden önce hep başkalarını öne koymanın ve daha birçok şeyin kişinin üzerinden teker teker çıkarmasıdır. Bu zamana kadarki özsaygısını kendinde var saydığı bu olumlu özellikler üzerine inşa etmiş bir kişi için bunları fark ediş ve vazgeçiş, yas da içermektedir. Alice Miller’ın kitabında söylediği gibi: ‘‘Gerçek benlik yıllarca sürebilen bir suskunluktan sonra duygulanım yeteneğini yeniden kazanarak yaşama uyanabilmektedir’’.

 



× WhatsApp İletişim