06 Eki 2013 İlk Kaygılar ve Oyun
Genellikle bir tehdit ya da bir tehlike hissettiğimiz zaman kaygı duyarız.Kaygı, yalnızca nesnel bir tehdit karşısında duyduğumuz bir duygu değil, beklenmedik ve aşina olmadığımız durumlarla karşılaşıcağımızı hissettiğimizde de sıklıkla yaşadığımız huzursuz bir histir. Burada kaygı uyandıran durumun gerçek anlamda (nesnel olarak) bir tehdit ya da tehlike oluşturması gerekmez; kişinin durumu öznel olarak öyle görmesi bu duyguyu yaşaması için yeterlidir. Sözgelimi, akşamüstleri, havanın kararmaya başlamasıyla birlikte içimizde anlamını bilmediğimiz bir huzursuzluk ve endişe hissi duyabiliriz. Karanlığın kendisi tek başına tehdit edici olmayabilir ama bize anımsattıkları (geçişler, kayıplar, vs) gene de bizde bu sevimsiz duyguyu uyandırır.
Çocukluk da, geçişlerin ve hızlı değişimlerin dönemi olması sebebiyle, bu duygunun fazlasıyla hissedildiği yıllardır. Henüz dış dünya kadar iç dünyayla da baş edebilecek donanıma sahip olmayan küçük bir çocuk için dışarıdan gelebilecek her tür tehlike tüm varoluşunu tehdit eden bir duygu olarak yaşantılanır. Bu noktada, ebeveynlerle, özellikle de anneyle kurulan ilk ilişkinin niteliği çok önemli bir rol oynar: çocuk annenin imgesini görece güvenli bir biçimde içselleştirebilmiş midir? Yani çocuk, annesi yanı başında değilken de iç huzurunu sürdürebiliyor mudur? Yoksa bu huzur ve güveni duymak için her zaman annenin dışsal varlığına mı ihtiyaç vardır?
Peki, bu geçiş nasıl olur? Çocuğun anneye duyduğu bağımlılık yerini nasıl güvenli bir bağa bırakır?
Doğum sonrası dönem, bir ikili ilişkinin, anne-çocuk ilişkisinin dönemidir. Henüz anneyle bebek arasında tam bir ayrışmanın olmadığı bu dönemde bebek annenin dışsal varlığına mutlak bir ihtiyaç duyar. Anne, bu dönemde, bebeğinin ihtiyaçlarını eksiksiz bir şekilde karşılayarak, bir süre, bu “yanılsamanın” sürmesine, yani çocuğun kendi bedenini bir uzantısı olarak görmesine izin verir. Yani, doğum öncesi dönemde (çoçuğun annenin rahminde, amniotik sıvı içinde) yaşadığı bütünlük ve tamlık hissini, anne çocuğuna gösterdiği özenli ilgiyle bir süre daha devam ettirir.
Anne, çocuğun zihinsel ve duygusal kapasinin artmasına parelel olarak, yavaş yavaş çocuğun duyduğu bu “hayali” bütünlük ve tamlık hissini kırmaya ve çocuğu “gerçeklikle” (sınırların, yasakların ve kuralların dünyasıyla) tanıştırmaya başlar. Bir pediatrist ve psikanalist olan D. W. Winnicott annenin son kertede görevinin tedrici olarak bu “yanılsamayı” kırmak ve çocuğun görece bağımsızlaşmasını sağlamak olduğunu belirtir. Oyunlar da bu geçiş sürecinde bir “ara alan” (ne tümüyle öznel ne de tümüyle nesnel) sağlamaları nedeniyle çocuğun kaygıyla baş etmesinde önemli rol oynarlar.
Oyun sırasında, çocuk, kendisini tehdit eden (ve de kaygılandıran) durum üzerinde bir denetim sağlamış olur. Oyunda çocuk geçmişte kendisini kaygılandıran durumu tekrar yaratırak duygusal bir rahatlama yaşar ve geçmişin yükünden kurtulur. Annenin tekrar tekrar kaybedilip bulunduğu Ce-e ya da fış fış kayıkçı gibi (hepimizin yakından bildiği) oyunlar da aslında çocukların bu geşişi kendileri için daha yumuşak kılma yollarından biridir.
Bunları biliyor musunuz?
- İlk dönem anne bebek ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar, birkaç günlük bir bebeğin bile annenin sesini ve kokusunu diğer tüm ses ve kokulardan ayırt ettiğini göstermektedir.
- Araştırmalar, oyun sırasında çocukların, hayata ve sorumluklara hazırlandıklarını, çeşitli amaçlara ulaştıklarını ve hayal kırıklıklarından kurtulduklarını öne sürmektedir.
- Araştırmalar, “serbest oyunun” (spontan ve kuralsız) yaratıcılığı besleyen bir deneyim olduğunu, çocuğun oyun sırasında kendisini sözel olduğundan çok daha iyi ve rahat ifade ettiğini göstermektedir.
Klinik Psikolog